Beş yaşında okula başlayan küçük çocuğa bile sorsak hayalinin bir yerinde üniversiteye gitmek vardır. E haklıdır da… Bir insan neden 5 yaşında okula başlasın ki bir hayal yoksa? Sonunda (gelinebilirse tabii) iyi bir hayat, bir gelecek varsa her birey, her aile üniversite hayalini kurar.
81 ile bir üniversite diyerek çıkılan yolda artık üniversiteye gitmeyeni –gidemeyeni- dövüyorlar mıydı? Şaka bir yana, üniversite artık varılamaz yollar olmaktan çıkıp, gerçekleşen hayaller oldu. İyi de oldu. Herkes görmeli, bilmeli, eğitim almalı ki gelişmeli. Güzel ülkemizin her şehrinde üniversite var ama eğitim kalitesi ve seviyesi elbette ki her birinde aynı olamıyor.
Hele bir tanesi var ki ülkenin merkezi, göz bebeği. Yıllardır tahtını sarsmıyor ve zirvenin tadına hep kendi bakıyor. Bu övgü dolu niteliklerle birlikte akıllara gelen ilk üniversitenin nidalarını duyar gibiyiz? Ve evet, ODTÜ, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Middle East Technical University. Bu kadar övdük bitiremedik biraz da ODTÜ’nün tarihinden, kendinden bahsedelim.
ODTÜ’nün Tarihi
15 Kasım 1956’da zamanın başbakanı Adnan Menderes, Karayolları Genel Müdürü Vecdi Diker ve birkaç İTÜ akademisyeni tarafından Ankara’da kurulan bir devlet üniversitesidir. Mersin’deki Deniz Bilimleri Enstitüsü ve KKTC’deki kampüsü dışında bütün binaları aynı kampüstedir. Bugüne dek 120 binin üzerinde mezun vermiştir ve eğitim dili İngilizcedir.
ODTÜ’nün ilklerini sayacak olursak; yabancı dilde eğitim vermek, üniversite müzesi açmak, teknokent kurmak, merkezi bilgisayar sistemi kurmak, internet bağlantısı gerçekleştirmek gibi pek çok yenilikleri kendi himayesinde toplar.
2014 yılında Times Higher Education Dünya Üniversiteleri Sıralaması’nda 85. sıraya girerek milli gururumuz olmuştur. Bu listede ilk 100’e giren tek üniversite olduğunu da unutmamak gerek.
ODTÜ’deki Bölümler
Orta Doğu Teknik bünyesinde 5 fakülte ve bu fakültelerin altında da 37 bölüm bulundurur.
Mimarlık Fakültesi: Mimarlık, Şehir Bölge Planlama, Endüstri Ürünleri Tasarımı.
Fen Edebiyat Fakültesi: Biyoloji, Fizik, Kimya, Matematik, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Tarih, Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji, İstatistik.
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi: Ekonomi, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi.
Eğitim Fakültesi: Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi, İlköğretim, Yabancı Diller Eğitimi, Ortaöğretim Fen ve Matematik Alanları Eğitimi, Beden Eğitimi ve Spor, Eğitim Bilimleri.
Mühendislik Fakültesi: Havacılık ve Uzay Mühendisliği, Kimya Mühendisliği, İnşaat Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, Elektrik-Elektronik Mühendisliği, Endüstri Mühendisliği, Çevre Mühendisliği, Gıda Mühendisliği, Jeoloji Mühendisliği, Makine Mühendisliği, Metalurji ve Malzeme Mühendisliği, Maden Mühendisliği, Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği, Mühendislik Bilimleri.
Türkiye’nin en iyi üniversitesinden mezun olan 120 bini aşkın öğrencilere şöyle bir baktığımızda içinde pek çok devlet adamına rastlarız. Sanat ve edebiyat dünyasından da birkaç kişiyi görmek bizi şaşırtacak eminiz ki. Gelin bir inceleyelim;
Aylin Nazlıkaya: Yılın iş kadını seçilmiştir. ODTÜ takdir ödülünü almıştır. İş kadını ve milletvekili olan Nazlıkaya, ODTÜ İktisat Bölümü mezunudur.
Elif Şafak: Aşk romanı ile en çok satanlar listesine giriş yapan Şafak, kısa sürede büyük bir ün edinmiştir. Baba ve Piç, İskender de başta olmak üzere kaliteli eserler ortaya koyan Şafak, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur.
Nabi Avcı: Milli Eğitim Bakanı Avcı, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur.
Ali Babacan: Eski dönem Ekonomi Bakanı Babacan, ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunu ve birincisidir.
Onur Saylak: Sanat dünyasının ünlü oyuncusu aktör Saylak ODTÜ Fizik Bölümü mezunudur.
Fikri Işık: Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yapan Işık, ODTÜ Matematik Öğretmenliği Bölümü mezunudur.
Kürşad Tüzmen: Sporcu kimliği ile bilinen ve bir dönemin milletvekili Tüzmen, ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü mezunudur.
Can Dündar: Belgesel yapımcısı, gazeteci Dündar, yüksek lisans ve doktorasını ODTÜ iktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümlerinde yapmıştır.
Hilmi Güler: Bir dönem milletvekilliği yapmış Güler, ODTÜ Metalurji Mühendisliği mezunudur.
Ulus Baker: Sosyoloji alanında büyük üne sahip Baker, ODTÜ Sosyoloji Bölümü mezunudur.
Cevdet Yılmaz: Kalkınma Bakanı Yılmaz, ODTÜ Kamu Yönetimi mezunudur ve bölümü birincilikle bitirmiştir.
Emin Çölaşan: Sözcü ve Hürriyet gazetesi köşe yazarı Çölaşan ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi mezunudur.
Abdullah Atalar: Bilkent Üniversitesi rektörü, bilim adamı, ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği mezunudur.
Taner Akçam: ODTÜ-DER kurucusu, 80’ler öncesinin Devrimci Gençlik dergisinin yazı işleri sorumlusu, tarihçi, toplum bilimci ODTÜ İdari İlimler Fakültesi mezunudur.
Mehmet Ali Talat: KKTC Cumhurbaşkanlığı yapmış Talat, ODTÜ Elektrik Mühendisliği mezunudur.
İstanbul’un en gözde ve en başarılı üniversitelerinden Marmara Üniversitesi… Peki sanat, siyasi, edebiyat kısacası ünlüler dünyasından kimler Marmara Üniversitesi mezunudur?
Recep Tayyip Erdoğan: 11 yıl başbakanlık yapmış, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ‘nin 12 yıl genel başkanlığı yapmış ve günümüz Türkiye’sinin Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nı yapan Erdoğan, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunudur.
Kemal Sunal: O Türkiye’nin gülen yüzü… Oynadığı ve canlandırdığı roller ile Türk sinemasının önemli parçalarından Kemal Sunal, Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunudur.
Ahmet Ümit: Edebiyat dünyasında polisiye romanları ile üne sahip yazar Ahmet Ümit, Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunudur.
Nihat Ergün: 3 dönem milletvekilliği yapmış, bir dönem Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı görevini üstlenmiş Ergün, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunudur.
Aydın Doğan: Türkiye’nin en önemli isimlerinden ve medya patronlardan biri olan Aydın Doğan da Marmara Üniversitesi mezunudur.
Kıraç: Bir döneme şarkılarıyla büyük sesler getiren Kıraç, Marmara Üniversitesi Müzik Öğretmenliği Bölümü mezunudur.
Şebnem Paker: 1997 yılında Eurovision yarışmasına “Dinle” parçasıyla katılan ve üçüncülük elde eden Paker, Marmara Üniversitesi Müzik Eğitimi Bölümü mezunudur.
Kadir İnanır: Selvi Boylum Al Yazmalım, Devlerin Aşkı ve pek çok unutulmaz filmin başrolü Kadir İnanır, Marmara Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümü mezunudur.
Kadir Topbaş: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunudur.
Meral Akşener: MHP milletvekili, TBMM başkanvekili, 21. dönem İçişleri Bakanı Akşener, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi mezunudur.
Saim Orhan: STV’de yayınlanan Ayna programının ünlü sunucusu, Türkiye’nin en çok gezen insanı olarak bilinen Saim Orhan yüksek lisansını Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde yapmıştır.
Nihat Genç: Çeşitli televizyon programları, üniversite konferansları, Leman ve bazı dergilerdeki yazıları ve kitapları ile tanıdığımız Nihat Genç Marmara Üniversitesi İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi mezunudur.
Şevval Sam: Leman Sam’ın ses sanatçısı ve oyuncu kızı, Şevval Sam, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü mezunudur.
İstanbul’un en gözde üniversitesi belki de Boğaziçi Üniversitesidir. Boğaziçi Üniversitesi diğer üniversitelere göre sanat dünyasına daha çok mezun vermiştir. E peki kimler varmış Boğaziçi Üniversitesi’nin arşivinde, bir bakalım…
Ahmet Davutoğlu: 26. Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Bir dönemin Dışişleri Bakanlığını da yapmıştır. Davutoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü çift ana dal programı ile bitirmiştir.
Cem Yılmaz: Türkiye’nin en ünlü komedyenlerinden Cem Yılmaz, Boğaziçi Üniversitesi mezunudur. Turizm ve Otel Yönetimi bölümünü bitirmiştir.
Güler Sabancı: Sabancı Holding Yönetim Kurulu üyesi Güler Sabancı, Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü mezunudur.
Nuri Bilge Ceylan: Altın Palmiye Ödülü alan ünlü yönetmen Boğaziçi Üniversitesi Elektrik – Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunudur.
Fahriye Evcen: Sinema dünyasının yeni parlayan yıldızı ve dizi oyuncusu Evcen, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunudur.
Gülse Birsel: Başarıları ve edinimleri saymakla bitmeyecek Gülse Birsel, gazeteci, oyuncu ve sunucu kimliğinin yanı sıra Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi eğitimi almıştır.
Pelin Batu: Sunucu, oyuncu, televizyon programcısı Pelin Batu, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunudur.
Ömür Gedik: Gazeteci, köşe yazarı, sunucu Ömür Gedik Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Filolojisi Bölümü mezunudur.
Seray Sever: Sunucu, bir dönemin şarkıcısı, oyuncu Seray Sever, Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü mezunudur.
Vedat Milor: Yemek eleştirmeni olarak tanıdığımız, öğretim üyesi Milor, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü yüksek şeref dereceleri ile bitirmiştir.
Mehmet Erdem: Ünlü şarkıcı, Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü mezunudur.
Teoman: Ünlü rock sanatçısı Teoman Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunudur.
Nil Karaibrahimgil: Başarılı söz yazarı ve sanatçı Karaibrahimgil, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur.
Arzuhan Doğan Yalçındağ: TÜSİAD’ın ilk kadın başkanı Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi mezunudur.
Oya Eczacıbaşı: İstanbul Kültür Sanat Vakfı yönetim kurulu üyesi Eczacıbaşı, Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü mezunudur.
Defne Samyeli: Ana haber bültenlerinden hafızalara kazınan, köşe yazarı ve şimdinin oyuncusu Samyeli, Boğaziçi Üniversitesi mezunudur.
Nagehan Alçı: Ünlü gazeteci, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur.
Bilim adamı denilince akla ilk tıp alanında çalışmalar yapanlar, doktorlar gelir. Doğrudur. Ancak yetersizdir. Fizik alanında çalışmalar yapanlar da bilim adamıdır, matematik, kimya, biyoloji alanlarında da çalışmalar yapan kimseler bilim adamıdır. Kısacası, üniversitelerde, akademik çalışmalar ve başarılar gösteren kimseler bilim adamı ya da diğer bir deyişle bilim insanı olarak anılır. İlle de tıp kazanmaya gerek yok yani.
Peki dünyanın gelmiş geçmiş en büyük, en iyi, en ses getiren bilim adamları kimlerdir? İlk 100’ü sizin için sıraladık.
Üniversite hayatının zorlukları yazımda amacım size üniversitenin kötü bir şey olduğunu anlatmak değil yanlış anlaşılmasın. Benim amacım sadece burada üniversiteye giderken daha hazırlıklı olmanızı sağlamaktır. Çok zorlu bir süreci geride bıraktınız ve üniversiteyi kazandınız. Bu çok istediğiniz bir bölümde olabilir. Ya da tam tersi, yıllarca hayalini kurduğunuz bir bölümü kazandınız.
Artık kendi başınızasınız. Başka bir şehirdesiniz, bambaşka alışkanlıkları olan insanlarla aynı ortamdasınız. Hiç tanımadığınız insanlar ile aynı odayı paylaşmak zorunda kalacaksınız. Ya da yeni tanıştığınız biriyle sadece eve çıkmak için beraber ev tuttunuz. Daha sonra baktınız ki hiç anlaşamıyorsunuz.
Genellikle ilk başlarda yurtlar daha çok tercih ediliyor. Yeni bir şehirdesiniz ve kimseyi tanımıyorsunuz. Belki de tek başınıza ev tutmak pahalı gelecektir. O yüzden yurtta kalırken, arkadaşlarınızı daha iyi tanıyarak, sonrasında ev tutmak daha mantıklı olacaktır.
Üniversite hayatının zorluklarından bahsederken, bir de işin maddi boyutundan söz etmek gerekir. Ev kirası, yol parası, yemek parası, ders kitapları derken bir dünya masrafınız olacak. Evet, bazı arkadaşlarınız çok rahat bir şekilde üniversite hayatı geçirebilir ama herkes bu kadar şanslı değil.
Üniversite Dersleri
Hem çalışıp hem de okuyan öğrenci sayısı da oldukça fazladır. Oldukça kısıtlı bir bütçeyle okul hayatını sürdürmek gerçekten zor bir durumdur. Üniversite kitapları çok pahalı olduğu için genellikle ya fotokopi çektirilir ya da ikinci el kitaplar alınır.
İlk sene yapılan, dersleri önemsememe durumu daha sonra size zor anlar yaşatabilir. Tabi ki de üniversitenin tadını çıkaracaksınız ama aynı zamanda da dersleri ihmal etmeyeceksiniz.
Bulunduğunuz şehirde, verilen bursları araştırın ve bunlardan yararlanmaya çalışın. Maddi anlamda sizi oldukça rahatlatacaktır. Yarım zamanlı bir işte de çalışabilirsiniz. Böylece ailenize yardımcı da olursunuz.
Bir de kampüs olayı var. Birçok üniversitenin yeterli alanı olmadığı için kampüs sıkıntısı çokça yaşanmaktadır. Üniversitelerin çokluğu ve bundan kaynaklı araç-gereçlerin yetersizliği, akademisyenlerin azlığı bazı sorunları da beraberinde getirmektedir.
Üniversite hayatı zorluklarla dolu olabilir. Başlarda korkutucu olabilir. Fakat yaşanması gereken bir deneyimdir bence. Hem meslek anlamında hem de öğrencilere kazandırdığı deneyim anlamında. Mutlaka bir üniversite okuyun ve bu istediğiniz bir bölüm olsun.
Bugün üniversite on dokuzuncu yüzyıldan beri mükemmeliyet ideali ile oluşturduğu yapıyı değiştirmek durumunda kalmıştır. Bütün mesele bu değişikliğin hangi yönde, hangi önceliklerle gerçekleştirileceği olsa gerek.
Doç. Dr. Halil Nalçaoğlu
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Sistemleri Program Koordinatörü
Bin dokuz yüz seksenli yılların başından itibaren gündelik dil içinde olmasa bile akademik çevrelerde sıkça dillendirilen küreselleşme fenomeni, bugün tartışma götürmeyen bir gerçek olarak zihnimizde yer etmiş durumda. Artık analiz ettiğimiz her konu için öncelikle bu çok önemli değişkenin çizdiği çerçeveyi dikkate almak zorundayız. Aynı dönemde hatırlanması gereken ikinci bir gelişme, kuşkusuz, teknoloji alanında gerçekleşti. Lafı fazla uzatmadan bu gelişmeyi genel anlamda üretime dönük teknolojinin, hatırlayıcı (retentive) teknolojilerden ya da Stiegler’in “mnemo-teknoloji” dediği bölgeden bağımsız yapısını yitirmesi olarak tanımlayabiliriz. Bugün üretime dönük teknoloji enformasyon üreten, yayan ve biriktiren teknolojilerle iç içe geçmiştir. Bu gelişmede dikkat çekici olan, iletişim ve enformasyon süreçlerinin işlenmesine odaklı “mnemo-teknoloji” deki gelişmelerin hayatın çok farklı alanlarını şekillendirmesi, daha doğru bir ifade ile Heidegger’in Der Satz vom Grund’ünde enformasyonla ilgili olarak sözünü ettiği anlamda, hayata farklı bir form vermesidir. Bir diğer deyişle, mnemo-teknolojilerdeki gelişmeler basit bir biçimde iletişimi hızlandırmak ve yaygınlaştırmanın ötesinde toplumsalın primordial kategorisi olan iletişim kipinde köklü değişiklikler yaratarak bizzat toplumsalın kuruluşundaki merkezi dinamikleri dönüştürmüştür. Gündelik yaşama “off-line yaşam” denmeye başlanması sözü edilen dönüşümün basit bir semptomu olarak anlaşılabilir. Steigler, sanal mekân kavramına karşı çıkar. Enformasyon zaten sanaldır. Anlatmaya çalıştığım dönüşüm, sanal ve gerçek arasındaki mücadelenin değil, temsilleri (Vorstellung) aracılığıyla bildiğimiz gerçeğin kendisinin, bu gerçeğin temel boyutları olan zaman ve mekân algısının yeniden şekillenmesi ile ilgilidir. Hiç kuşkusuz “küreselleşme” kavramının kendisi bu dönüşüme işaret ediyor. Bu tuhaf kelimenin içinde hem mekân bilgisi hem de zamansallık gizli. Bir küre üzerinde yaşadığımızı zaten biliyorduk. Küreselleşme kavramı bize bu mekâna bir şeyler olduğunu ve bunun bir zaman boyutu bulunduğunu anlatmıyor mu? Eğer bir küre üzerinde yaşadığımızı yeni keşfetmiyorsak, bu olan bitenler için kullanılan küreselleşme ifadesi, gerçek kürenin metaforu ile yer değiştirdiğini anlatmanın bir yolu olmalı.
Yani insan içten gelen bir itkiyle bilmek ister. Bunu güncel bir dille ifade edecek olursak “bilmek için bilmek” mottosuna ulaşırız.
Gerçeği anlamak için muhtaç olduğumuz temsillerin gerçeği yeniden şekillendirmesi derken tam da bunu anlatmak istiyorum. Küreselleşme ve teknolojik gelişmeler toplumsalın birbirlerinden ayrı düşünülmesi imkânsız iki boyutu olarak kabul edilmelidir. Teknolojik gelişme dediğimiz zaman ilk akla gelmesi gereken unsur, bilginin uygulama alanı olarak kabul edebileceğimiz tekniğin geri dönerek bilginin üretim süreci, daha uygun bir ifade ile “bilginin statüsü” üzerindeki etkileri olmalıdır. Bu etkilere bakarken gözlerimiz kaçınılmaz olarak belli bir özgün yere, bilginin üretim yerine dönecektir: üniversiteye. Bugün bildiğimiz şekline on dokuzuncu yüzyılda kavuşan üniversite, bilginin statüsü anlamında Artisto’nun Metafizik’inin ilk satırında yer alan önermede ifade edilen çatışma ile tanımlanmıştı. Bu önerme, özetle, insanın öğrenme/bilme ile ilgili bir doğal arzusu olduğunu söyler. Yani insan içten gelen bir itkiyle bilmek ister. Bunu güncel bir dille ifade edecek olursak “bilmek için bilmek” mottosuna ulaşırız. Yararlı bilgi bu mottonun ışığında ikincil bir noktada durmaktadır. Aynı ayrımı Kant’ta da buluyoruz—yararlı bilgi ve belli bir yarara yönelmemiş saf bilgi. Sanırım yüzyıllık bu teori-uygulama çatışmasını irdelemek için epey vakit kaybettik. Denilebilir ki, modern üniversitenin temel çelişkisi doğrudan pratik bir kaygı taşımayan bilgi üretimi ile pratiğe (örneğin teknolojiye) dönük bilgi üretimi arasında yaşanmıştır. Saf matematik, teorik fizik ve felsefe gibi alanlar Batı üniversitelerinde bir yandan ayrıcalıklı bir konum işgal ederken diğer yandan, özellikle küreselleşme ile birlikte, varlık nedenlerini ispat mecburiyeti ile karşılaşma durumunda olmuşlardır. Felsefenin ürünü saf bilgidir. Saf bilgi küresel pazarda kendine anlamlı bir yer bulamaz—ya da böyle genel bir kanı egemen olmuştur. İki binli yıllara geldiğimizde saf bilginin kendini savunması artık neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Bugün artık bilginin metalaşması süreci belli standartlar ve ilkeler oluşturmuş, bu yükselen eğilim, grafik terimleriyle “plato yapmıştır.” Pek çok düşünüre göre eleştirilmesine rağmen geri döndürülmesi imkânsız kabul edilen bu gelişme üniversiteyi, üniversite hayatını ve yönetim yapılanmasını ve en önemlisi üniversitenin içi ve dışı arasındaki hassas ilişkiyi dönüştürme potansiyeline sahiptir. Üniversitenin içi, romantik bir geçmiş, nostaljik bir duygu ve günümüz “rekabet ortamında” gıpta ile hatırlanan bir bilgi/araştırma cenneti olarak hatırlanıyor. Ancak hatıraların her zaman sonradan kurulduğunu unutmamalıyız. Geçmiş üniversite deneyimlerimizin bize sunduğu “altın çağ,” bütün altın çağlar gibi, önemli ölçüde sahtedir. Bundan yaklaşık 27 yıl önce Cornell konferansında Jacques Derrida’nın uyarısı, yani, pazar güçlerinin üniversitenin duvarlarında açacağı gediklerle ilgili uyarı, bugün artık geri dönülmesi imkânsız bir üniversite gerçeği olarak karşımızda duruyor. Bugün üniversitenin duvarlarının görünümü, saf bilgi üretimi cennetinin, kimilerine göre “bilgi mabedinin” muhasaraya takatinin kalmadığını ortaya koyuyor. Eğer ortada bir savaş varsa bu savaş kaybedilmek üzeredir. Dünyanın bu belki de en muhafazakâr kurumu kıskançlıkla savunduğu sınırlarını gönüllü olarak feda etmekte, değişik adlar altında içerisi ve dışarısını ayırt etmemize imkan bırakmayacak girişimlere onay vermektedir. Bugün üniversite on dokuzuncu yüzyıldan beri mükemmeliyet ideali ile oluşturduğu yapıyı değiştirmek durumunda kalmıştır. Bütün mesele bu değişikliğin hangi yönde, hangi önceliklerle gerçekleştirileceği olsa gerek.
Geçmiş üniversite deneyimlerimizin bize sunduğu “altın çağ,” bütün altın çağlar gibi, önemli ölçüde sahtedir.
Dünyayı kucaklamak için kollarını uzatmak zorunda olmayan bir üniversitenin içinden yazıyorum. Burası, şehrin içine gömülmüş, şehir tarafından kuşatılmış, kendini şehrin kollarına bırakmış bir üniversite. “Kampüs üniversitesi” ifadesi dolaşıma gireli 60 yılı aşkın bir süre oluyor, ima ettiği garnizon mantığı gereği kendini dünyadan kalın ve yüksek duvarlarla ayıran kampüs, oluşturduğu kontrollü giriş-çıkış rejimini işletmek için gerçek duvarlara pek de ihtiyaç duymaz. Gerçek duvarlar, belki de, isminde saklı evrensellik iddiası ile çarpıcı bir kontrast oluşturacak şekilde yıllar içinde gelişmiş özgül bir muhafazakârlık ve kıskançlıkla örülmüş kültür, bilim, bilgi, akademiklik nosyonlarındadır. Bu nosyonların üzerinde yükseldiği temel akıl-merkezcilik olarak ifade edilebilir. Türkçe kullanımında belirgin olmasa da, bir insani meleke olmanın yanı sıra, “neden” ya da “gerekçe” anlamına gelen akıl (reason) ilginç bir biçimde yalnızca kendisine bir gerekçe ya da neden sunamayan, bu nedenle de kendi dibini aydınlatamayan mum gibi üzerine bina edilmiş koskoca bir yapıyı (modernite) ayakta tutsa da kendi içinde bir boşluk, dipsiz bir kuyu, bir kara delik niteliğindedir. Bilgiyi, bilimi yücelten üniversite, bu anlamda kendi felsefi gerekçesini sunamaz (Derrida). Modern üniversiteye içkin bu imkânsızlık, yukarıda özetlenen gelişmelerle (küreselleşme ve mnemo-teknoloji egemenliği) bir arada düşünüldüğünde üniversitenin “dışarıdan gelen” etkilerle bu ana kadar yalnızca geleneksel içeriğini kıskançlıkla savunarak mücadele edebilmiştir. Bu savunmanın sonuç getirici olamayacağından söz etmiştim. Zira savununun merkezinde yer alan “içerik,” nostaljik motiflerle örülmüş, yalnızca retrospektif olarak kurulduğunda sahte bir iyi geçmiş, bir “altın çağ” tablosu çizen, felsefi olarak ise zaten tanımsız bir temel üzerinde duran bir yapıdır. Bugün üniversite ayakta kalabilmek için “yararlı” bilgi (ör., tekno-bilim) üretimi peşinde ve bundan yararlanacak dış odaklarla (ör., endüstri) işbirliği arayışına girmektedir. Kutsal bilim mabedi, kıyısında köşesinde seyyar satıcıların ve dilencilerin çöreklendiği, bir ya da birkaç patronu ya da “velisi” (mütevelli) bulunan bir merkez konumuna gelmiştir. Bu çatışmadan zarar görenler kadar yararlananların da hissetmesi gereken sorumluluk, gelenek ve gelecek arasındaki çaresiz bekleyişi durduracak bir hamlenin, yeni bir bakış açısının devreye sokulmasını gerektiriyor. Üniversite gerekçesiz akıl-merkezciliği arkasında bırakırken, giderek akademyanın bütün hücrelerine nüfuz eden yararlı bilgi üretimi saplantısını nasıl aşabilir? Bu soru, sanırım, pratik uygulamalardan önce zihinsel, düşüncesel (zorunlu olarak akılcı/rasyonel değil) çözümler ya da çıkış yollarının keşfi ile yanıtlanabilir.
Öğrencinin “seat,” burslu öğrencinin “free loader” olduğu bir üniversite deneyimi yaşıyoruz.
Türkiye’de akademisyenlerin önemli bir kısmının “Humboldt Üniversitesi” olarak bilinen ve yirminci yüzyılın akademik ve yönetsel örgütlenmesini, üretilen bilginin statüsünü ve akademyanın üstlendiği rolü belirleyen modele bağlılıklarını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Aynı kanı, sanırım üniversitenin popüler (medya) imgesi ve siyaset çevrelerinde algılanış biçimi için daha doğrudur. Öte yandan yukarıda sergilenmeye çalışılan toplumsal ve felsefi çerçeve, bu çerçevenin neden olduğu açmazlar bugün dünyada olduğu gibi ülkemizde de ancak kısmi değerlendirmelerle anlaşılmakta, sorunun üniversitenin “içinden” ya da üniversitenin toplumsal itibarının düşüşünden kaynaklandığı tespitleri yapılmaktadır. Daha dikkatli bir inceleme gösterecektir ki, ABD’de Stanford ve MİT, Birleşik Krallık’ta Cambridge gibi üniversiteler, teknolojik gelişmeler ve küreselleşme etkilerini değerlendirmiş ve buna göre adına bazı kaynaklarda “Üçüncü Kuşak Üniversite” adıyla anılan modele uygun dönüşüm projelerini devreye sokmuşlardır (Wissema). Üçüncü Kuşak Üniversite ile ne anlatılmak istendiğini Wissema’nın Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş Döneminde Üniversiteleri Yönetmek başlıklı kitabında yer alan aşağıdaki tablo gayet iyi özetliyor:
(J. G. Wisseme, Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş Döneminde Üniversiteleri Yönetmek, s. 29) Tabloda yer alan “Üçüncü Kuşak” sütununa dikkatle bakıldığı zaman görülecektir ki, “üçüncü kuşak” olarak anılan üniversitenin Humboldt üniversitesinden (ikinci kuşak) önemli farkları vardır. Bilgi üretimi ve araştırma faaliyetleri olduğu gibi yerinde dursa da artık bu bilginin değer üreten, yani, bir işe yarayan bilgi olduğu dikkat çekiyor. Girişimcilik ve profesyonel yönetim (ve elbette tam zamanlı rektör) ve bir mütevelli denetimi üçüncü kuşak üniversite için tanıdık unsurlar. Epistemolojik anlamda disiplinlerarasılık küreselleşme ile anlamlı bir birliktelik sunuyor. Bu karanlık bir tablo mudur? Bu üniversitenin gerçek anlamda çöküşüne mi işaret etmektedir? Yararlı bilgi kendi içinde kötü bir şey midir? Bu sorulara sondan başlayarak yanıt arayabiliriz. Yararlı bilgiyi ısrarla devre dışı bırakmaktan yana olan zihniyete şu soru yöneltilebilir: yararlı bilgi kimin yararına bilgidir? Eğer bu soruya verilecek tek yanıt “küresel kapitalizm” ise durum cidden kötüdür. Ancak bilginin üretimini üstlenenler, bilginin yönetiminde olduğu kadar bilgi-iktidar ilişkisinde de söz sahibi olmayı başarırlarsa, yararlı bilginin kendi içinde kötü bir şey olduğu kanısı yerinden edilebilir. Bunu başarmanın birinci koşulu, üniversitenin duvarlarının kontrollü yıkımıdır. Bina kendi haline bırakılıp kendi üzerine çökmesine izin verilirse, yüzlerce yıldır biriktirilen deneyim ve ulaşılan bilgi seviyesi yıkıntı altında kalacaktır. Kabul edelim ki binanın duvarlarında, taşıyıcı kolonlarında hasar oluşmuştur. Bu hasarı yüzeysel tedbirlerle ortadan kaldıramayız. Şu halde üniversitenin çöküşünü izlemek yerine bu çöküşü yönetmek, yeni bir üniversite tasarımını “içeriden” yeniden oluşturmak gereklidir. Bugün bu tasarıma fırsat vermemek için güçlü girişimler olduğu açıktır. Üniversitenin, Türkiye özelinde vakıf üniversitelerinin mevcut büyük eğitim ihtiyacını kâra dönüştürme projelerini uyguladıklarını görüyoruz. Öğrencinin “seat,” burslu öğrencinin “free loader” olduğu bir üniversite deneyimi yaşıyoruz. Bu otobüs firması terminolojisinin çizdiği ürkütücü tabloyu içeriden dönüştürmek için inanç ve dirayet gerekiyor. Kimin yararına bilgi? İşte yanıtlanması çok zor bir soru daha. İlk akla gelen yanıt, hiç kuşkusuz, “öğrenci yararına”dır. Yeni üniversite tasarımının öğretim üyesi ve bilgi odaklı değil, öğrenci odaklı olması bu anlama geliyor. Sorunun yanıtının ikinci boyutu, “toplum yararına” olmalıdır. Bu soyut kavramın şekillendirilmesi, bir forma sokulması gerekiyor elbette—bunu yapmak için bu yazının çerçevesi yeterli olmayacak… Zira “toplum” ile ilgili genel siyasal tasarımlardan ayrı düşünülmesi imkânsız olan bu unsur, üniversite ile sınırlı olmayan, küreselleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte ele alınması gereken makro bir gerçekliğe tekabül ediyor.
Kaynakça
• Derrida, J. (1983) “The Principle of Reason: The University in the Eyes of its Pupils.” Diacritics 13 (Fall) 3-20.
• Heidegger, M. (1997) Der Satz vom Grund. Frankfurt: V. Klosterman.
• Stiegler, B. (1998) Technics and Time, Cilt 1, The Fault of Epimetheus. Çev., R. Beardsworth and G. Collins. Stanford, California: Stanford University Press.
• Wisseme, J. G. (2009) Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş Döneminde Üniversiteleri Yönetmek. Çev. N. Devrim ve T. Belge. İstanbul: Özyeğin Üniversitesi Yayınları.