Ataşehir Adıgüzel Meslek Yüksekokulu

Ülke ekonomisinin ve iş yaşamının ihtiyacı olan, nitelikli işgücünü, çağdaş, demokrat ve analitik düşünceye sahip, sanayi ile işbirliği içinde bireyler olarak yetiştiren bir meslek yüksekokulu olma vizyonu ile yola çıkmış bir üniversitesidir.

Ataşehir Adıgüzel Meslek Yüksekokulu bir vakıf kurumu olup öğretim ücrete tabidir. Bedava okul yok anlayışı ile eğitim öğretim verilmesinin yanında Adıgüzel Kart uygulamasıyla da anlaşmalı olduğu iş yerlerinde indirim uygulaması varmış.

İlk 5te tercih edenlere % burs vermekte olup, burslu olarak yerleştirilen öğrencilere sağlanan burs karşılıksızdır. Tercih ve eğitime destek bursu eğitim-öğretim süresince devam eder, başarı bursu ise bir yıl olup ve verilen burslar sadece öğretim ücretini kapsar. Barınma, beslenme, ulaşım vb. giderler burs kapsamı dışındadır. Her şeyi de yüksekokuldan beklemeyin, biraz da siz çabalayın ve ayaklarınızın üstünde durun tabi ki. 

İlk mezunlarını ise 2015’te vermiştir.

İsteğe bağlı Hazırlık Sınıfı bulunmakta olup, hazırlık sınıfında okuyacak öğrencilere burs olanağı sağlanmaktaymış. Sevindirici olan ise belirli güzergahlara ücretsiz servis olanağı sağlanacak olması.

MYO öğrencisinin staj yapma zorunluluğu konusunda da öğrencilere iş imkanları sunulup destek olunduğu söyleniyor.
Ücretler noktasında ise diğer kuruluşlara göre daha makul bir fiyat belirlenmiş olması elbette tercihleri etkilemektedir.
Sonuçta İstanbul’un en elit semtlerinden birinde eğitim görmenin bazı bedelleri elbet olacak, onlarda sürpriz olsun ve gidince kendiniz görün.

Ha son bir hatırlatma; ekşi sözlükte neden okula dair bir not yok anlayabilmiş değiliz.

Askeri Okuldan Boğaziçi Üniversitesine

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine özgüven aşılaması ve mezunları arasından çok sayıda girişimci çıkması ile tanınıyor. Boğaziçi Matematik Öğretmenliği’nden mezun olan Bülent Ağsakal ile yaptığımız sohbetlerden kısa bir bölüm.

“Askeriyeden ayrılma kararı aldım. Benim için iyi olacağını o zamanlardan biliyordum.
Üniversiteye hazırlanırken çalışmam gerekiyordu. Üniversitede okurken de çalışmak zorundaydım. Boğaziçi Matematik Öğretmenliğinin devam mecburiyeti olmaması tercihlerimi etkiledi.


İlk seneden itibaren özel dersler vermeye başladım. Türk havayollarında hosteslik yapmaya başladım. İş ve okul aynı anda devam etti. Boğaziçi Üniversitesi diğer üniversitelere nazaran öğrencilere inanılmaz özgürlükler tanıyor.


Küçük ayrıntılar okulu sevmenize neden oluyor. Ben de öğretmenlik yıllarında aynı serbestliği, özgürlüğü, özgüveni öğrencilerime verdim.”

Kadim Dost Bülent

Üniversite adayı gençler için sana ihtiyacım var diyince kırmadı beni. İşin gücün arasında çat kapı uğradı. Merak ettiklerimizi bir çırpıda anlattı ve aynı hızda ayrıldı. Özlemişim. Hem ilkokuldan hem mahalleden hem de ortaokuldan arkadaşım. Mezarlığın içinde okulumuza az yürümedik. Hemen belirtmek gerek bahsettiğim yıllarda ne cep telefonu vardı ne plazma televizyonlar…

Bülent’i Askeri liseye uğurladığımız günü hatırlıyorum. Bizim evde gece geç saate kadar gülüp eğlenmiştik. Aramızdaki “bıdıı bıdıı reyyyddd” söylemi de sanırım o gece gelip jargonumuza yerleşti. Sözler o dönem televizyonda çok sık gördüğümüz bir haşere ilacı reklamından. Gülerek ama biraz buruk yolcu ettik Bülent’i. Yıllar sonra pilot olma hayali ile askeri okulu tercih ettiğini öğrenmiş oldum.

Sık olmasa da ara sıra görüştük. Askeri okuldan ayrıldığını duyduk. Fethiye’de tur firmalarında çalıştığını… Yıllar sonra yine komşu olduk. Bu karşılaşmamızda Bülent Boğaziçi Matematik öğrencisiydi ve Türk Havayolları bünyesinde çalışmaktaydı. Sürekli yurtdışı uçuşları olduğu için nadiren görüşebildik. Hayır, pilot olarak çalışmadı 🙂 görevi kabin içindeydi.
Komşuluğumuz bittikten uzunca bir süre sonra Bülent başarılı bir matematik öğretmeni olarak karşımdaydı. Üstelik öğrencilerine matematik öğretmek için bilgisayar oyunları yazıyordu. Şaka değil. Gerçek!

Bir süre görüşemedik. Duydum ki Amerika’ya gitmiş…

Elbette memlekete geri dönmüş ve yakın zamanda tekrar görüştük. Üniversiteye ve hayata dair sorular sorduk. Bir çırpıda cevapladı. Yarın ilk videosunu paylaşıyor olacağız.

Bilgisayar Mühendisi Kabzımal

Kabzımal… Kabz etmekten geliyor. Kabz etmek, teslim almak manasında kullanılıyor. Kabz-ı mal ise malı teslim alan olarak dilimize yerleşmiş ve TDK tarafından şöyle açıklanmış:

“Meyve ve sebze üreticileri ile satıcılar arasında aracılık eden kimse, sebze meyve toptancısı, komisyoncu.”


Kabzımal, eski arkadaşlarımdan birinin yeni mesleği. Bilgisayar mühendisi olma hayallerini, tüm tercihlerinin tek bir bölümle doldurulmasını, ilk denemesinde hiç birini kazanamamasını ve ikinci sene için nasıl çaba sarf ettiğini hatırlıyorum. Sonunda istediği üniversitenin dilediği bölümünü kazandı.
Yıllarca görmedim. Ortak arkadaşlardan duyduklarımı hayal meyal hatırlıyorum. Bilmem ne bakanlığı için tuhaf bir yazılım geliştiriyor. Başarılı da oluyor. Yurt dışından bir iş teklifi ile uzaklara gidiyor. Uzaklarda kendini bulmuş. Aynen böyle söyledi.

“Neyin mühendisi yahu… Bilgisayarı ben yapacağım sanmışım herhalde…”

Güldük epey. Kimlerle görüşmekte olduğumuz soruldu, eskilerden kimin ne yaptığı bildiğimizce paylaşıldı. Üniversite günlerini keyifle anlattı. İkinci kahveler geldi. Yanına su. O şekerli, ben sade… Yıllardır tanışırız ilk kez birlikte kahve içiyoruz. Keyfimiz yerinde.

Bilgisayar mühendisi olacağım diye kendini paraladın şimdi kabzımal mı oldun diye sorunca gülerek cevap verdi:

Kabzımal değil! Yaş meyve ve sebze komisyoncusu…

Bizim memleketten başka diyarlara meyve gönderen bir bilgisayar mühendisi… Kahveler içildi. İkimizin de yetişmesi gereken bir yerler var…

Üniversitenin Duvarlarını Yıkmak

Bugün üniversite on dokuzuncu yüzyıldan beri mükemmeliyet ideali ile oluşturduğu yapıyı değiştirmek durumunda kalmıştır. Bütün mesele bu değişikliğin hangi yönde, hangi önceliklerle gerçekleştirileceği olsa gerek.

Doç. Dr. Halil Nalçaoğlu
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Sistemleri Program Koordinatörü

Bin dokuz yüz seksenli yılların başından itibaren gündelik dil içinde olmasa bile akademik çevrelerde sıkça dillendirilen küreselleşme fenomeni, bugün tartışma götürmeyen bir gerçek olarak zihnimizde yer etmiş durumda. Artık analiz ettiğimiz her konu için öncelikle bu çok önemli değişkenin çizdiği çerçeveyi dikkate almak zorundayız. Aynı dönemde hatırlanması gereken ikinci bir gelişme, kuşkusuz, teknoloji alanında gerçekleşti. Lafı fazla uzatmadan bu gelişmeyi genel anlamda üretime dönük teknolojinin, hatırlayıcı (retentive) teknolojilerden ya da Stiegler’in “mnemo-teknoloji” dediği bölgeden bağımsız yapısını yitirmesi olarak tanımlayabiliriz. Bugün üretime dönük teknoloji enformasyon üreten, yayan ve biriktiren teknolojilerle iç içe geçmiştir. Bu gelişmede dikkat çekici olan, iletişim ve enformasyon süreçlerinin işlenmesine odaklı “mnemo-teknoloji” deki gelişmelerin hayatın çok farklı alanlarını şekillendirmesi, daha doğru bir ifade ile Heidegger’in Der Satz vom Grund’ünde enformasyonla ilgili olarak sözünü ettiği anlamda, hayata farklı bir form vermesidir. Bir diğer deyişle, mnemo-teknolojilerdeki gelişmeler basit bir biçimde iletişimi hızlandırmak ve yaygınlaştırmanın ötesinde toplumsalın primordial kategorisi olan iletişim kipinde köklü değişiklikler yaratarak bizzat toplumsalın kuruluşundaki merkezi dinamikleri dönüştürmüştür. Gündelik yaşama “off-line yaşam” denmeye başlanması sözü edilen dönüşümün basit bir semptomu olarak anlaşılabilir. Steigler, sanal mekân kavramına karşı çıkar. Enformasyon zaten sanaldır. Anlatmaya çalıştığım dönüşüm, sanal ve gerçek arasındaki mücadelenin değil, temsilleri (Vorstellung) aracılığıyla bildiğimiz gerçeğin kendisinin, bu gerçeğin temel boyutları olan zaman ve mekân algısının yeniden şekillenmesi ile ilgilidir. Hiç kuşkusuz “küreselleşme” kavramının kendisi bu dönüşüme işaret ediyor. Bu tuhaf kelimenin içinde hem mekân bilgisi hem de zamansallık gizli. Bir küre üzerinde yaşadığımızı zaten biliyorduk. Küreselleşme kavramı bize bu mekâna bir şeyler olduğunu ve bunun bir zaman boyutu bulunduğunu anlatmıyor mu? Eğer bir küre üzerinde yaşadığımızı yeni keşfetmiyorsak, bu olan bitenler için kullanılan küreselleşme ifadesi, gerçek kürenin metaforu ile yer değiştirdiğini anlatmanın bir yolu olmalı.

Yani insan içten gelen bir itkiyle bilmek ister. Bunu güncel bir dille ifade edecek olursak “bilmek için bilmek” mottosuna ulaşırız.

Gerçeği anlamak için muhtaç olduğumuz temsillerin gerçeği yeniden şekillendirmesi derken tam da bunu anlatmak istiyorum. Küreselleşme ve teknolojik gelişmeler toplumsalın birbirlerinden ayrı düşünülmesi imkânsız iki boyutu olarak kabul edilmelidir. Teknolojik gelişme dediğimiz zaman ilk akla gelmesi gereken unsur, bilginin uygulama alanı olarak kabul edebileceğimiz tekniğin geri dönerek bilginin üretim süreci, daha uygun bir ifade ile “bilginin statüsü” üzerindeki etkileri olmalıdır. Bu etkilere bakarken gözlerimiz kaçınılmaz olarak belli bir özgün yere, bilginin üretim yerine dönecektir: üniversiteye. Bugün bildiğimiz şekline on dokuzuncu yüzyılda kavuşan üniversite, bilginin statüsü anlamında Artisto’nun Metafizik’inin ilk satırında yer alan önermede ifade edilen çatışma ile tanımlanmıştı. Bu önerme, özetle, insanın öğrenme/bilme ile ilgili bir doğal arzusu olduğunu söyler. Yani insan içten gelen bir itkiyle bilmek ister. Bunu güncel bir dille ifade edecek olursak “bilmek için bilmek” mottosuna ulaşırız. Yararlı bilgi bu mottonun ışığında ikincil bir noktada durmaktadır. Aynı ayrımı Kant’ta da buluyoruz—yararlı bilgi ve belli bir yarara yönelmemiş saf bilgi. Sanırım yüzyıllık bu teori-uygulama çatışmasını irdelemek için epey vakit kaybettik. Denilebilir ki, modern üniversitenin temel çelişkisi doğrudan pratik bir kaygı taşımayan bilgi üretimi ile pratiğe (örneğin teknolojiye) dönük bilgi üretimi arasında yaşanmıştır. Saf matematik, teorik fizik ve felsefe gibi alanlar Batı üniversitelerinde bir yandan ayrıcalıklı bir konum işgal ederken diğer yandan, özellikle küreselleşme ile birlikte, varlık nedenlerini ispat mecburiyeti ile karşılaşma durumunda olmuşlardır. Felsefenin ürünü saf bilgidir. Saf bilgi küresel pazarda kendine anlamlı bir yer bulamaz—ya da böyle genel bir kanı egemen olmuştur. İki binli yıllara geldiğimizde saf bilginin kendini savunması artık neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Bugün artık bilginin metalaşması süreci belli standartlar ve ilkeler oluşturmuş, bu yükselen eğilim, grafik terimleriyle “plato yapmıştır.” Pek çok düşünüre göre eleştirilmesine rağmen geri döndürülmesi imkânsız kabul edilen bu gelişme üniversiteyi, üniversite hayatını ve yönetim yapılanmasını ve en önemlisi üniversitenin içi ve dışı arasındaki hassas ilişkiyi dönüştürme potansiyeline sahiptir. Üniversitenin içi, romantik bir geçmiş, nostaljik bir duygu ve günümüz “rekabet ortamında” gıpta ile hatırlanan bir bilgi/araştırma cenneti olarak hatırlanıyor. Ancak hatıraların her zaman sonradan kurulduğunu unutmamalıyız. Geçmiş üniversite deneyimlerimizin bize sunduğu “altın çağ,” bütün altın çağlar gibi, önemli ölçüde sahtedir. Bundan yaklaşık 27 yıl önce Cornell konferansında Jacques Derrida’nın uyarısı, yani, pazar güçlerinin üniversitenin duvarlarında açacağı gediklerle ilgili uyarı, bugün artık geri dönülmesi imkânsız bir üniversite gerçeği olarak karşımızda duruyor. Bugün üniversitenin duvarlarının görünümü, saf bilgi üretimi cennetinin, kimilerine göre “bilgi mabedinin” muhasaraya takatinin kalmadığını ortaya koyuyor. Eğer ortada bir savaş varsa bu savaş kaybedilmek üzeredir. Dünyanın bu belki de en muhafazakâr kurumu kıskançlıkla savunduğu sınırlarını gönüllü olarak feda etmekte, değişik adlar altında içerisi ve dışarısını ayırt etmemize imkan bırakmayacak girişimlere onay vermektedir. Bugün üniversite on dokuzuncu yüzyıldan beri mükemmeliyet ideali ile oluşturduğu yapıyı değiştirmek durumunda kalmıştır. Bütün mesele bu değişikliğin hangi yönde, hangi önceliklerle gerçekleştirileceği olsa gerek.

Geçmiş üniversite deneyimlerimizin bize sunduğu “altın çağ,” bütün altın çağlar gibi, önemli ölçüde sahtedir.

Dünyayı kucaklamak için kollarını uzatmak zorunda olmayan bir üniversitenin içinden yazıyorum. Burası, şehrin içine gömülmüş, şehir tarafından kuşatılmış, kendini şehrin kollarına bırakmış bir üniversite. “Kampüs üniversitesi” ifadesi dolaşıma gireli 60 yılı aşkın bir süre oluyor, ima ettiği garnizon mantığı gereği kendini dünyadan kalın ve yüksek duvarlarla ayıran kampüs, oluşturduğu kontrollü giriş-çıkış rejimini işletmek için gerçek duvarlara pek de ihtiyaç duymaz. Gerçek duvarlar, belki de, isminde saklı evrensellik iddiası ile çarpıcı bir kontrast oluşturacak şekilde yıllar içinde gelişmiş özgül bir muhafazakârlık ve kıskançlıkla örülmüş kültür, bilim, bilgi, akademiklik nosyonlarındadır. Bu nosyonların üzerinde yükseldiği temel akıl-merkezcilik olarak ifade edilebilir. Türkçe kullanımında belirgin olmasa da, bir insani meleke olmanın yanı sıra, “neden” ya da “gerekçe” anlamına gelen akıl (reason) ilginç bir biçimde yalnızca kendisine bir gerekçe ya da neden sunamayan, bu nedenle de kendi dibini aydınlatamayan mum gibi üzerine bina edilmiş koskoca bir yapıyı (modernite) ayakta tutsa da kendi içinde bir boşluk, dipsiz bir kuyu, bir kara delik niteliğindedir. Bilgiyi, bilimi yücelten üniversite, bu anlamda kendi felsefi gerekçesini sunamaz (Derrida). Modern üniversiteye içkin bu imkânsızlık, yukarıda özetlenen gelişmelerle (küreselleşme ve mnemo-teknoloji egemenliği) bir arada düşünüldüğünde üniversitenin “dışarıdan gelen” etkilerle bu ana kadar yalnızca geleneksel içeriğini kıskançlıkla savunarak mücadele edebilmiştir. Bu savunmanın sonuç getirici olamayacağından söz etmiştim. Zira savununun merkezinde yer alan “içerik,” nostaljik motiflerle örülmüş, yalnızca retrospektif olarak kurulduğunda sahte bir iyi geçmiş, bir “altın çağ” tablosu çizen, felsefi olarak ise zaten tanımsız bir temel üzerinde duran bir yapıdır. Bugün üniversite ayakta kalabilmek için “yararlı” bilgi (ör., tekno-bilim) üretimi peşinde ve bundan yararlanacak dış odaklarla (ör., endüstri) işbirliği arayışına girmektedir. Kutsal bilim mabedi, kıyısında köşesinde seyyar satıcıların ve dilencilerin çöreklendiği, bir ya da birkaç patronu ya da “velisi” (mütevelli) bulunan bir merkez konumuna gelmiştir. Bu çatışmadan zarar görenler kadar yararlananların da hissetmesi gereken sorumluluk, gelenek ve gelecek arasındaki çaresiz bekleyişi durduracak bir hamlenin, yeni bir bakış açısının devreye sokulmasını gerektiriyor. Üniversite gerekçesiz akıl-merkezciliği arkasında bırakırken, giderek akademyanın bütün hücrelerine nüfuz eden yararlı bilgi üretimi saplantısını nasıl aşabilir? Bu soru, sanırım, pratik uygulamalardan önce zihinsel, düşüncesel (zorunlu olarak akılcı/rasyonel değil) çözümler ya da çıkış yollarının keşfi ile yanıtlanabilir.

Öğrencinin “seat,” burslu öğrencinin “free loader” olduğu bir üniversite deneyimi yaşıyoruz.

Türkiye’de akademisyenlerin önemli bir kısmının “Humboldt Üniversitesi” olarak bilinen ve yirminci yüzyılın akademik ve yönetsel örgütlenmesini, üretilen bilginin statüsünü ve akademyanın üstlendiği rolü belirleyen modele bağlılıklarını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Aynı kanı, sanırım üniversitenin popüler (medya) imgesi ve siyaset çevrelerinde algılanış biçimi için daha doğrudur. Öte yandan yukarıda sergilenmeye çalışılan toplumsal ve felsefi çerçeve, bu çerçevenin neden olduğu açmazlar bugün dünyada olduğu gibi ülkemizde de ancak kısmi değerlendirmelerle anlaşılmakta, sorunun üniversitenin “içinden” ya da üniversitenin toplumsal itibarının düşüşünden kaynaklandığı tespitleri yapılmaktadır. Daha dikkatli bir inceleme gösterecektir ki, ABD’de Stanford ve MİT, Birleşik Krallık’ta Cambridge gibi üniversiteler, teknolojik gelişmeler ve küreselleşme etkilerini değerlendirmiş ve buna göre adına bazı kaynaklarda “Üçüncü Kuşak Üniversite” adıyla anılan modele uygun dönüşüm projelerini devreye sokmuşlardır (Wissema). Üçüncü Kuşak Üniversite ile ne anlatılmak istendiğini Wissema’nın Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş Döneminde Üniversiteleri Yönetmek başlıklı kitabında yer alan aşağıdaki tablo gayet iyi özetliyor:

Üçüncü Kuşak Üniversitelerin Eski Kuşaklar ile Karşılaştırılması
Üçüncü Kuşak Üniversitelerin Eski Kuşaklar ile Karşılaştırılması

(J. G. Wisseme, Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş Döneminde Üniversiteleri Yönetmek, s. 29) Tabloda yer alan “Üçüncü Kuşak” sütununa dikkatle bakıldığı zaman görülecektir ki, “üçüncü kuşak” olarak anılan üniversitenin Humboldt üniversitesinden (ikinci kuşak) önemli farkları vardır. Bilgi üretimi ve araştırma faaliyetleri olduğu gibi yerinde dursa da artık bu bilginin değer üreten, yani, bir işe yarayan bilgi olduğu dikkat çekiyor. Girişimcilik ve profesyonel yönetim (ve elbette tam zamanlı rektör) ve bir mütevelli denetimi üçüncü kuşak üniversite için tanıdık unsurlar. Epistemolojik anlamda disiplinlerarasılık küreselleşme ile anlamlı bir birliktelik sunuyor. Bu karanlık bir tablo mudur? Bu üniversitenin gerçek anlamda çöküşüne mi işaret etmektedir? Yararlı bilgi kendi içinde kötü bir şey midir? Bu sorulara sondan başlayarak yanıt arayabiliriz. Yararlı bilgiyi ısrarla devre dışı bırakmaktan yana olan zihniyete şu soru yöneltilebilir: yararlı bilgi kimin yararına bilgidir? Eğer bu soruya verilecek tek yanıt “küresel kapitalizm” ise durum cidden kötüdür. Ancak bilginin üretimini üstlenenler, bilginin yönetiminde olduğu kadar bilgi-iktidar ilişkisinde de söz sahibi olmayı başarırlarsa, yararlı bilginin kendi içinde kötü bir şey olduğu kanısı yerinden edilebilir. Bunu başarmanın birinci koşulu, üniversitenin duvarlarının kontrollü yıkımıdır. Bina kendi haline bırakılıp kendi üzerine çökmesine izin verilirse, yüzlerce yıldır biriktirilen deneyim ve ulaşılan bilgi seviyesi yıkıntı altında kalacaktır. Kabul edelim ki binanın duvarlarında, taşıyıcı kolonlarında hasar oluşmuştur. Bu hasarı yüzeysel tedbirlerle ortadan kaldıramayız. Şu halde üniversitenin çöküşünü izlemek yerine bu çöküşü yönetmek, yeni bir üniversite tasarımını “içeriden” yeniden oluşturmak gereklidir. Bugün bu tasarıma fırsat vermemek için güçlü girişimler olduğu açıktır. Üniversitenin, Türkiye özelinde vakıf üniversitelerinin mevcut büyük eğitim ihtiyacını kâra dönüştürme projelerini uyguladıklarını görüyoruz. Öğrencinin “seat,” burslu öğrencinin “free loader” olduğu bir üniversite deneyimi yaşıyoruz. Bu otobüs firması terminolojisinin çizdiği ürkütücü tabloyu içeriden dönüştürmek için inanç ve dirayet gerekiyor. Kimin yararına bilgi? İşte yanıtlanması çok zor bir soru daha. İlk akla gelen yanıt, hiç kuşkusuz, “öğrenci yararına”dır. Yeni üniversite tasarımının öğretim üyesi ve bilgi odaklı değil, öğrenci odaklı olması bu anlama geliyor. Sorunun yanıtının ikinci boyutu, “toplum yararına” olmalıdır. Bu soyut kavramın şekillendirilmesi, bir forma sokulması gerekiyor elbette—bunu yapmak için bu yazının çerçevesi yeterli olmayacak… Zira “toplum” ile ilgili genel siyasal tasarımlardan ayrı düşünülmesi imkânsız olan bu unsur, üniversite ile sınırlı olmayan, küreselleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte ele alınması gereken makro bir gerçekliğe tekabül ediyor.

Kaynakça
• Derrida, J. (1983) “The Principle of Reason: The University in the Eyes of its Pupils.” Diacritics 13 (Fall) 3-20.
• Heidegger, M. (1997) Der Satz vom Grund. Frankfurt: V. Klosterman.
• Stiegler, B. (1998) Technics and Time, Cilt 1, The Fault of Epimetheus. Çev., R. Beardsworth and G. Collins. Stanford, California: Stanford University Press.
• Wisseme, J. G. (2009) Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş Döneminde Üniversiteleri Yönetmek. Çev. N. Devrim ve T. Belge. İstanbul: Özyeğin Üniversitesi Yayınları.

Uluslararası Antalya Üniversitesi

Antalya
Antalya

2011 itibari ile en genç üniversite olarak anabileceğimiz Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin temelleri Ağustos 2010 yılında atılmış. Henüz siteleri yapım aşamasında. Gaye Vakfı tarafından kurulmakta olan üniversite ekşi sözlük yazarlarından biri tarafından şöyle değerlendirilmiş:

resimlerinde antlaya’ya değil de iran’a açılmış gibi görünen üniversite.
(include stdio h, 03.08.2010 19:29) Daha fazlası için >

Bahsedilen görsellere ulaşamadık. Bilgisi olan varsa bizi de aydınlatsın.
Facebook üzerinde üniversite adına bir sayfa oluşturulmuş: http://www.facebook.com/uluslararasiantalya

Üniversite hakkında yayınlanan haberlerden kurumun dünyada “Turizm Okulu Markası” olmak gibi bir hedefi olduğunu öğreniyoruz. Konumu itibari ile öğrencilere rahatlıkla staj imkanı vaat  edebiliyorlar. 2011-2012 öğrenim yılında ilk öğrencilerini karşılayacak üniversite şimdiden pek çok yabancı eğitim kurumu ile işbirliği yapmaktaymış. Yabancı öğrenciler için de cazip bir eğitim kurumu olmaya çabaladıkları da basından edindiğimiz bilgiler arasında.

Meclisten onay aldıktan on iki gün sonra kampüs temellerinin atılması gerçekten büyük başarı. Üstelik 2010 yılında temeli atılan bir kurumun bir yıl sonra ilk öğrencilerini kabul edeceği iddiası da oldukça sevindirici. Kurumun çalışmalarını takip ediyoruz. Daha sağlıklı bilgilere ulaştıkça paylaşıyor olacağız. Gaye Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Fettah Tamince’nin temel atma töreninde yaptığı konuşmasından bir iki cümle ile yazımıza son verelim.

“Şu sözü veriyoruz. 5 yıl içerisinde kendisinden dünyada bölgemizde ve Türkiye’de ciddi anlamda ses getirecektir. Hedefimiz en az yüzde 50 yabancı öğrencidir. Bizler 2030 yılında dünyanın en başarılı üniversite olacağını düşünüyoruz.”